1. Kısım
İnsanlık, bilince ulaştığı andan itibaren kendini bir var olma savaşının içinde bulmuştur. Bilinç, sürekli doğayla ve kendisiyle mücadele etmesini ve bu mücadeleler sonunda kendi tarihini yaratmasını sağlamıştır. İnsanı doğadaki tüm varlıklardan ayıran şey de aslında “Tarih” kavramına vakıf olmasıdır. Tek tek insanların değil tüm insanlığın ortak bir “tarihin” farkında olması bizi bir sandalyeden veya bir köpek balığından üstün kılmaz elbette. Ama inanın hepimize bu üstünlük duygusunu verir. Tarihinin farkında olmanın asıl avantajı geleceği, hatta olmayanı kurgulayabilme yeteneğidir. Yani “yalandır”. Bu yüzden de en iyi yalancılar yazarlardır.
Fakat yazarlar kurgusal dünyalar kurarken her zaman iyimser olmuyorlar. Bu yazarlardan robotların insan yediği, insanların birbirini yediği, nükleer felaketlerin yaşandığı ve bir virüsün insanlığı yok ettiği dünyalar yaratanlar en meşhurları. Bir de güçlünün zayıfı ezdiği, baskıcı, herkesin birbirine benzediği robotlaşmış dünyalar kuranlar var. İşin kötü olan kısmı ise bu kurgulara her zamankinden daha yakın olmamız. İşte yazıda herkesin korktuğu geleceği yansıtan bu kitapları sizin için derledik.
Öncelikle Ütopya nerden çıkmış onunla başlayalım;
Ütopya (1516 – THOMAS MORE)
Ütopya yani “aslında hiç olmayan iyi ülke” 16. yüzyıl gibi erken bir dönemde yazılmıştır. More anlatımda İtalya’da karşılaştığı bir denizciyi kullanır. Denizci bir ülke görmüştür ve Avrupa’ya bunu anlatmaya gelmiştir. More kitabında, Güney yarım küredeki bir ada krallığında herkesin üretimde olduğu, tüm ürünlerin eşit bölüşüldüğü ve paranın olmadığı bir dünya kurar. Adada Başkent hariç tüm şehirler türdeştir. Evlerde kilit bulunmaz, herkes istediği eve girip çıkabilir. Sahibiyet gelişmesin diye herkes 10 yılda bir ev değiştirir. Ütopyada İnsanlar günde 6 saat çalışırlar. Altın ve gümüş adada demir almak için sadece dış ticarette ve hayvanları zincirlemekte kullanılır.
Köylerde ise 40 kişilik çiftlikler bulunur. Buralarda herkes üretime katılır. Gelgelelim More’da çağının insanıdır ve bu çiftliklerde 2 tane de köle vardır. Yani bu ütopya da o kadar Ütopik değildir. Halk cinayet ve zalimlik bilmesin diye bu köleler aynı zamanda hayvanların kesilmesinden de sorumludur.
More Rönesans ve reformun etkisinde olan çağının eşitliğinin sınırlarına dayanır. Bu sınırlarda gezinirken VIII. Henry ile ters düşer. Henry’nin yavuklusu Meşhur Boleyn kızlarından Anne Boleyn’in,kraliçe olaracağı taç giyme törenine katılmaz ki bu Henry; Boleyn kızı için Katolik Kilisesine atar yapıp İngiltere Anglikan Kilisesini kurmuş, yetmemiş kendini de bunun Lideri ilan etmiştir. Papayı tek kalemde silip yeni mezhep kuracak kadar gözünü karartan Henry, Katolikliğe hep bağlı kalan More’un bu davranışını tabi ki affetmemiş ve onu 1535‘te İdam ettirmiştir.
Gelelim distopyaya…
Distopya ise “aslında olmayan kötü yer” demek. Hazreti wikipedyada kelimenin köken olarak filozof Thomas More‘un “Utopia”sına atıfla başka bir filozof “John Stuart Mill” tarafından Avam Kamarasında (parası olan ama ünvanın olmayanların meclisi) İrlanda için ortaya atıldığı söylense de; kavramın aslında ondan çok önce Lewis Younge tarafından “Ütopya ya da Apollo’nun Altın Günleri” adli kitabında geçtiği ispatlanmıştır. Kökeni ne olursa olsun distopya kavramı kısaca Ütopyada ne anlatılıyorsa bunun karşıtı bir dünyayı anlatmak için kullanılır.
Bu açıklamalardan sonra distopik kitaplara geçelim:
Körlük (1995 – JOSE SARAMAGO)
Bilinmeyen bir zamanda bilinmeyen bir ülkenin ismini bilmediğimiz başkentinde geçer roman. Arabasıyla trafik ışıklarında bekleyen bir adamın bir anda kör olmasıyla başlayan olaylar bu körlüğün salgına dönüşmesiyle gelişir. Kör olanlar karanlıkta olmadıklarını aksine beyaz bir ışık gördüklerini söylerler. Buna “beyaz körlük” denmektedir. İktidar Kör olan herkesi bir akıl hastanesinde karantinaya almaya başlar. Kör olan doktor kocasına yardım etmek isteyen ve aslında gören bir kadın da karantinaya girer. Başlarda sorun çözülmüş gibidir ancak zamanla akıl hastanesinde işler kontrolden çıkmaya başlar.
İçeride doğuştan kör birinin kurduğu çete gücü ele geçirir. Yemekleri belli şartlarla paylaşırlar. Güç arttıkça cinayet, şiddet, cinsel istismar tüm hastaneyi kaplar. Bu arada dışarıda da iktidar zor durumdadır. Toplum giderek sıkı bir düğümün içinde sıkışmaktadır.
Bu kadar spoiler yeter. Ama şurası açık ki Saramago kitapta kullandığı karakterler üzerinden aslında görürken çürümenin içinde yaşayan körleri gösterir bizlere. Bunu yaparken de hemen hemen hiç isim kullanmaz, herkes anonimleşir. Karakterler okurla, okur karakterle özdeşleşir sürekli. Dahası, nokta ve virgül dışında hemen hemen hiç noktalama işareti yoktur romanda.
Görmek (2004 – JOSE SARAMAGO)
Yine Saramago evrenindeyiz. Bilinmeyen zamanda aynı ülkenin aynı şehrinde yani Başkentteyiz. Körlük salgının üstünden 4 yıl geçmiş. Hayat normale dönmüş. İşte bu ülkede sıradan bir seçim günü başlıyor kitap.
Başkentte sandıklar kurulur. Sağ parti, Merkez parti ve Sol Parti temsilcileri ve sandık görevlileri hazır beklerler. Lakin bütün sabah yağmur yağar ve kimse ama kimse sandığa gitmez. Derken seçimin bitmesine bir kaç saat kala herkes sandığa hücüm eder. İktidarından muhalefete herkes durumu anlamaya çalışır. Sandıklar açıldığında şaşkınlık daha da artar çünkü seçmenlerin %70’i boş oy atmıştır. İktidar hemen muhalefetle görüşüp bir hafta sonra tekrar seçim yapma kararı alır.
Boş oy krizinin yağmur yüzünden olduğunu düşünülmektedir. İkinci seçimdeyse iş çığrından çıkar; Boş oy sayısı %85’tir. Hükümet bunun bozguncu bir grubun işi olduğunu düşünür. Hemen Tüm şehirde anarşist avı başlar ama boş oy krizinin onlarla ilgisi yoktur.
Dört yıl önceki körlük salgını gibi bunun da yayılmasından ve bütün ülkeyi sarmasından korkan hükümet tüm şehri karantinaya alır. Şehir halkı ise her durumu sükunetle karşılamaya devam etmektedir. Bu noktadan sonra Saramago düğümleri atmaya başlar. ”Körlük”te karşılaştığımız karakterler yavaş yavaş karşımıza çıkar.
Görmek tam anlamıyla bir devam kitabı değil. Ancak “Körlük” dünyasında cevapsız kalan birçok soruya Saramago “Görmek” ile cevap vermiş. Okunası ve okutulası bir distopya.
Biz (1920 – YEVGENİ ZAMYATİN)
26. yüzyıldayız. İnsanlık bir kaç yüzyıl önce iki yüzyıl savaşlarını yaşamış ve neredeyse yok oluşun eşiğine gelmiş. Şimdi kalan insanlar yeşil duvarla çevrili bir bölgede,tek devletin egemenliği altındalar. Teknolojik açıdan çok ileride bir topluma dönüşmüşler. Petrolden üretilen yiyecekleri tüketiyorlar ve tabi ki uçan arabalara biniyorlar, işi daha da abartıp uzaya gidip,yeni dünyalar keşfetmeyi planlıyorlar. Bunun için de İntegral adını verdikleri bir nevi uçan daire inşa ediyorlar. İşte romanın kahramanı D-503 (evet isim yok numara var) bu integralin baş mühendisi. Kitap da D-503’ün yeni dünyalara Tekdevleti anlatmak için yazdığı bir günlük aslında.
Buraya kadar herşey çok güzel. “Teknolojik ve ileri bir toplumla karşı karşıyayız ne var bunda?” diyorsanız, yanılıyorsunuz. Romanda kimsenin ismi yok. Herkes belli numaralarla çağrılıyor, herkes tek tip giyiniyor ve evler tamamen saydam (masalar sandalyeler bile). Yönetim, Velinimet denilen birinin elinde ve tek hakim o. İnsanlar aynı anda uyuyup aynı anda uyanıyor. Çocuk yapmak için belli standartlara sahip olmanız lazım ki çocuk da çocuk fabrikası gibi yerlerde yetiştiriliyor. Yani, siz sadece biyolojik olarak anne baba oluyorsunuz. Çocuğu da zaten topluma lazım olduğu için yapıyorsunuz. Cinsellik için ayrılan zamanlar bile belli. O saatte seçtiğiniz kişilerin evine biletle gidiyorsunuz. Saat 22’den sonra sokağa çıkmak yasak, herkes uyumalı!
Bunlar işin gündelik yaşam boyutları. Bir de insanın aklında yarattığı, Distopik Dünya var. İnsanlar mutlu değil, çünkü böyle bir kavram yok. Esinlenmek ve rüya görmek bir çeşit epilepsi olarak görülüyor. Hayal gücü ameliyat ile çözülen bir sorun. Çalışırken verilen molada herkes aynı yolda dörderli sıralar halinde marş eşliğinde yürüyorlar. Her şey matematik kesinlik içinde görülüyor. Tüm eğriler doğruya çevrilmeye çalışılıyor. Şimdinin modern toplumu onlar için antik zamanlar. Bireysel bir hak ya da düşünce yok. Her şey BİZ den ibaret.
Şöyle bir pasajla açıklayayım:
“Kendimi duyumsuyorum. Ama sadece içine kirpik kaçan göz, şişmiş parmak veya çürük diş kendini duyumsar, bireysel varlığının bilincine varır. Sağlıklı göz veya parmak ya da diş varmış gibi görünmezler. Yani gayet açık, değil mi? Kendi kendinin bilincine varmak, hastalıktır.”
Böyle bir dünyanın içinde bizim D-503, bu mükemmeliyete inanan ve mutlak doğrunun matematikle ispat edilmesi gerektiğini düşünen biri. İntegrali inşa edip bu toplum yapısını, Geri Dünyaları, ileriye çekeceğini düşünüyor.
Derken D-503’ün hayatı I-330 adında bir ablayla tanışmasıyla karışmaya başlıyor. Artık Biz Kavramını sorgulamaya, Velinimet ve Tekdevletten korkmaya devam etse de yararlarını düşünmeye başlıyor. Aykırı düşünmeye bir kez başladıktan sonra ise artık dönüş yoktur. Kitap yer yer kopuklaşsa da Zamyatin‘in net ve akıcı diliyle kolay okunuyor.
Bitirmeden eklemekte fayda var;
Zamyatin, kitabı iç savaşın sürdüğü Sovyet topraklarında yazmış. Tekdevlet gibi kavramlar yüzünden Anti-sovyetik olduğu düşüncesi ile Sovyetler Birliğinde basılmayınca İngiltere olmak üzere dönemin baba devletleri hemen kitabı kendi dillerinde basmışlar. Kitabın edebi gücü ve Zamyatin‘in hayalgücü muazzam. O kadar ki Orwell ve Huxley’ gibi yazarlara büyük esin sağlamış. Hatta Orwell belli yerlerde işi araklamaya kadar götürmüş. (buna daha sonra değineceğiz…)
Sanılanın aksine Zamyatin Kitabı yüzünden hiç hapis yatmamış ya da dışlanmamış. Kendi isteği ile ölümünden birkaç yıl önce Fransa‘ya yerleşmiş,orada edebi bir varlık gösteremeden sessizce ölmüş. Yıllarca propaganda aracı olarak kullanılan kitap, SSCB dağılınca önemini yitirmeye başlamış.
Son yıllarda tekrar popilerleşmesinin nedeni ise Kapitalizmin bizi Zamyatin‘in hayal gücünden çok daha kötü bir dünyaya doğru götürmesi olabilir.
2. Kısım
Merakla beklediğiniz sabırsızlıktan geceler boyu uyumadığınız Distopik kitaplar serisinin ikinci bölümüyle karşınızdayız sevgili okur.
Başlamadan bir açıklama yapmak gerekiyor; Burada seçilen kitaplar çok göz önünde olmayan ancak büyüklükleriyle hep varlıklarını korumuş ve nacizane fikrimizle okumanın size çok şey katacağını düşündüğümüz kitaplar. Her Yerde her zaman her an gözümüze gözümüze sokulduğu içinse Açlık Oyunları, Labirent, Otomatik Portakal, Uyumsuz gibi kitapları şimdilik özellikle burada paylaşmadık.
1984 (George Orwell) ve Demir Ökçe (Jack London) ise başka sebeplerden özellikle listede yoklar;
1984 orjinallikten epeyce uzak, çoğu noktada kendini daha önce yazılmış kitaplara bağlayan bir sürü detay ile dolu. CESUR YENİ DÜNYA ve BİZ neredeyse kitabın içine tekrar yedirilmiş. Örneğin 1984’te geçen çiftdüşün kavramı “diyalektik” kavramının BİZ’deki halinin kötü kopyası ve havada kalıyor. Bunun yanında Orwell’ın kitabı için ingiliz istihbarat örgütü MI 5’ten bolca destek aldığı da ortada. Üstelik bir de “Hayvan çiftliği”ni karısının yazdığı iddiaları oldukça güçlüyken… Yani elimizde tek kişinin elinden çıkmamış olması muhtemel ana elemanları sağdan soldan araklanıp birleştirilmiş bir kitap var.
Demir Ökçe’ye gelince; Lafı dolandırmadan söyleyelim Jack London bunda araklama işini o kadar abatmış ki Demir Ökçe’nin telif haklarının 60’ta1’i başkasına ait. Ne yazık ki bu andan itibaren yazılan şey ne kadar güçlü olursa olsun özgün olmaktan çıkıyor, bulanıklaşıyor.
Elbette bu Distopya denen deryada eksik olan kitaplar var. Onları da ileride yazma sözüyle başlayalım 🙂
Cesur Yeni Dünya (1932 – ALDOUS HUXLEY)
Baştan söyleyelim yazar hemen hemen her distopya yazarı gibi Zamyatin‘in “BİZ” romanından esinlenmiş. Bunu da inkar etmiyor.
Huxley belirsiz bir gelecek yerine Ford’dan sonra yani kısaltmasıyla F.S. 632 yılını seçmiş. Ford bizim bildiğimiz araba markasının kurucusu Henry Ford. Kitap Henry Fordun üretim bandı teknolojisini ilk kez geliştirdiği yılı (1908) milat alır. Çoğu Distopya’daki gibi Huxley’in bize sunduğu Dünya uzaktan bakılınca çok da karanlık bir yer değildir aslında.Teknoloji ve gelişmiş insanlık inanılmaz sıçramalar yaşamıştır. Etrafta uçan arabalar Helikopter misali taksiler falan gezinmektedir. Hastalıklar tamamen ortadan kalkmıştır. Lakin gerçek; yakınlaşınca ve derinlere inince ortaya çıkmaya başlar.
Şöyle bir dünya düşünün; Nüfus sabit, insanlar kuluçkahanelerde üretiliyor ve Hipnopedya yöntemi ile eğitiliyorlar. Hipnopedya, yani uyurken. Uykuda öğrenme yöntemiyle doğar doğmaz size Yeni Dünyanın kuralları öğretiliyor… Bu kurallardan ilki ”Kaderinize razı olmak.” Zira Toplumdaki her birey belli bir sınıfa dahil. Alfa, Beta, Gama vs. Bu sınıflar yapacağınız işi belirliyor. Hangi sınıfta olacağınız ise daha siz doğmadan belirlenmiş durumda. Yani sizin bir bestekar mı yoksa kimyasal atık arıtma tesisinde işçi mi olacağınız zaten belli. Diğer öğretilen şey de “herkes mutludur”. Düşünün uyurken biri kulağınıza sürekli bunları fısıldıyor.
Yeni Dünyanın nüfusu sabit demiştik. Dolayısıyla üremek yasak. ”Baba” ve “Anne” kavramları yok. Bu kavramlar Pornografik sayılıyor. Dahası insanlar çalışmak dışında tamamen bireysel ve anlık zevklerin içindeler. Düşünsel ve duygusal üretim sıfır.
Her Distopya gibi bu Yeni Dünya’nın da sloganları var. ”Herkes, Herkes içindir” “Cemaat, özdeşlik, istikrar” gibi… Birey olmak ise ayıplanıyor hastalık sayılıyor.
Toplumu mutlu kılmak için devlet soma denilen hapları dağıtıyor. Bunlar uyuşturucu değil mutluluk hapları. Dozuna göre bir saat ya da bir günlük mutluluk yaratıyorlar. Mutluluk dediysek aslında yaşanan şey ilkel “haz”. Bireysel duyguları yok kimsenin. Güçlü duygulara sahip olunamıyor, hipnopedya sebebiyle. Kimse bireysel bir yargıya varamıyor, hayatını şekillendirmeye çalışmıyor falan. İnsanlar hiç yaşlanmıyorlar, mesela herkes dinç ancak 60’larından sonra pat diye ölüyorlar. Bunları da çocuklara gösteriyorlar. Ölümün doğal bir şey olduğunu anlasınlar diye. Yaşlanmayı, kilo almayı, hasta olmayı engellemek için haplar, kürler ve fiziki işlemler var. Herkes genç olsun isteniyor. Üretmeyen birey herkes için zararlı görülüyor. Din de yok. İlla tapılacak bir şey varsa o da Ford.
İşte bu Yeni Dünyanın dışında bir de tellerle çevrili Ayrık Bölge adında Vahşi Dünya var. Buradaki insanlar dönüştürülmeye layık olmayanlar, ıslah edilmemişler. “İlkel” topluluklar halinde yaşıyorlar. Anne-babalık, hastalık, yaşlılık, acı ve din bile var burada. İşte roman da burada bizi Ayrık Bölgeye sürüklüyor. Kahramanlarımız ordan John adında bir vahşiyi alıp Yeni Dünya’ya getiriyorlar. Amaçları Vahşinin Yeni Dünyadaki davranışlarını gözlemlemek ve ıslah edilip edilmeyeceğine bakmak. Ancak bu noktadan sonra Vahşi (cesur) Dünya ile Yeni Dünya arasındaki çatışmada John uygar ve Yeni Dünyaya büyük dersler vermeye başlıyor. Bundan sonrası sizin okuma azminize kalmış…
Son olarak; Bu distopik kitabı diğerlerinden ayıran en belirgin özellik ise okurken böyle bir dünyada yaşasak çok da kötü olmaz hissinin hep bir köşede durması. Yani bu günün dünyasının kötülüğü bizi her an özgürlüklerimizden vazgeçebilir bireyler haline getirmiş. Bu yönüyle “Yeni Dünya” çok da uzakta değil.
Huxley, kafamıza bir sürü soru çakmış romanda. Gerek Modern dünya kurgusu gerek anlatım sadeliğiyle ilginize mazhar olacağını düşündüğüm bir distopik kitap.
Dava (1926 – FRANZ KAFKA)
“Joseph K. iftiraya uğramış olmalıydı, çünkü kötü bir şey yapmadığı halde bir sabah tutuklandı.”
Kafka‘nın yine bildiğimiz tarzıyla başlıyor kitap. Eğer tek cümleyle özetlenebilseydi kesinlikle bu cümle olurdu. Kitap bizi alıp çok uzak zamanlara götürmüyor. Ancak Kafka’nın ve aslında hepimizin zihnindeki karanlık ülkenin içindeyiz.
Kahramanımız Josef K. bekar bir bankacıdır. Hali vakti yerindedir ve öyle azılı bir düşmanı falan da yoktur. Birgün uyandığında başucunda iki polis görür. Polisler kendisine dava açıldığını ve tutuklandığını söylerler. Tutukludur ancak istediği gibi dolaşmakta özgürdür. Neyle suçlandığı ve neden dava edildiğini bilmeyen K. için hayat artık bu davanın çevresinde dönmektedir. Dava, kahramanımız için yaşamın kendisine dönüşmüştür. Özellikle bürokratikleşen dünya ve bu dünyanın insan davranışlarını yeniden ve yeniden bastırdığını ve şekillendirdiğini görürüz.
Bu kitabın listemizde olması Distopya kavramını fazlaca esnetmiş gibi görülebilir. Ancak Kafka mevcut dünyadan sadece bir adım sonra (belki de şu anda) Distopik bir dünyaya geçeceğimize inanıyordu. Bu yüzden yazdığı her romanda aslında yeni distopyalar kuruyordu.
Bu bağlamıyla Kafkaesk tarzın başyapıtı sayılabilir Dava. Hep bir köşeden dünyaya tutunmaya çalışan ama başarısız olan insanlar ve günlük hayatta iki kişi konuşurken duysak sopayla kovalayacağımız diyaloglar bir anda sıradanlaşır romanda. Çünkü Kafka‘nın dünyasında yaşamak bir dava ve Dava’nın kendisi de bir cezadır. Sonuna kadar yüklü bir roman.
Bu arada Kafka bu romanı yok etmeyi düşünüyordu. Notları yakması için verdiği arkadaşı Max Brod, Kafka’nın ölümünden sonra kitabı derleyip bastırmış. Ahmet Cemal çevirisi de ayri bir tatlıdır.
Fahrenheit 451 (1951-RAY BRADBURY)
… bitişik evdeki kitap, dolu bir silahtır. yakın gitsin. silah ateş etmesin. adamın kafasını koparın. iyi okumuş bir adamın hedefi olmayacağını kim bilebilir ki? ben mi? ben böylelerini hazmedemem, bir dakika bile…
Distopya için çok uzakta olmayan bir gelecekteyiz.Teknolojimiz çok gelişmiş. İnsanlar evlerindeki tv sayesinde tüm dünyada ne olduğunu öğrenebiliyor. Evlerimiz ve diğer tüm eşyalarımız yanmaz materyallerden yapılmış. Dolayısıyla itfaiyeye ihtiyaç yok. Yani bildiğimiz anlamıyla ihtiyaç yok. Çünkü kahramanımız Guy Montag bir itfaiyeci ve görevi de kitap yakmak. Çünkü bu dünyada kitaplara yer yok!
Günlerini gelen ihbarlara koşup Kitap yakarak geçiren Montag bir gün iş dönüşü karşılaştığı genç bir kızın kendisine sorduğu sorularla bulunduğu hayatı sorgulamaya başlıyor… Bize sunduğu Distopya ise kırılganlıktan uzak ve katı kurallarla çevrili.
Ray Bradbury akıcı fakat yoğunluğunu kaybetmeyen üslubuyla hikayeden hiç kopmamamızı sağlıyor. Son olarak kitabın adının Fahrenheit 451 olmasının sebebi kitapların bu sıcaklık derecesinde tutuşmaya başlaması (232.7 °C). İyi okumalar.
Son Şeyler Ülkesi (1987 – PAUL AUSTER)
Karanlık bir ülke, karanlık bir zaman, karanlık bir şehir. Kaybolan abisini aramak için bu şehre gelmiş genç bir kız, Anna Blume. Şehre adımını atar atmaz da kaybolmuş. Şehirde hemen hemen herkes evsiz. Kurallar yok. Ceza verecek bir kurum da yok. İnsanlar çöpten topladıklarını satıyorlar. Artık hiç çocuk doğmuyor şehirde. Herkes birilerini veya bir şeylerini kaybetmiş. Her şey kayıp, kayboluyor. İnsanlarda kayıplarını ararken şehirde kayboluyorlar… Herkeste bitmek bilmez bir açlık hissi var. işte esas kız Anna Blume, tüm bu kaybolmuşluğun içinde şehirde dolaşıp abisine dair bilgiler öğrenirken bir taraftan da kendini de tanımaya başlıyor. Aşık bile oluyor. Acı, keder ve hüzünle yüklü bu romanda hep bir köşede beliren cılız umutlarla karşılaşıyor. Bitmek bilmez rastlantılarla şehir insanlarının hayatının içine giriyorsunuz. Hayatlar hep şehir ve zamanla iç içe geçmiş halde.
Tüm bu karanlık atmosferiyle insanı depresyondan depresyona sokan bu distopya nasılsa bir solukta bitiyor. Kitabı okumaya başladığınız andan itibaren sürekli şimdi ne olacak diye soruyorsunuz. Kitap tamamen bir “merak” kitabı. Paul Austerin nehir gibi akan üslubu sayesinde Anne Blume ile birlikte hissetmediğiniz duygu kalmıyor. Auster de zaten bunu sağlamak için sürekli size sesleniyor. İşin ilginç kısmı o anlarda içinizde cevap verme isteği uyanıyor… Okunur bir kitap vesselam.
Otomatik Piyano (1952 – KURT VONNEGUT)
3. Dünya savaşı sürerken ABD insanlara ihtiyaç olmadan üretim yapmanın yolunu bulur. Savaş sonrası bu üretim yöntemini tüm ülkeye yayar. Artık herşey çok ucuza ve çok kısa zamanda üretilmektedir. Hata payı sıfıra yakındır. Ancak bir soru vardır: insanlara ne olacak?
Roman, savaşın sonrasındaki ikinci neslin yaşadığı ve makinelerin her yerde olduğu bir dünyada başlıyor. Artık insan gücüne neredeyse ihtiyaç kalmadığı için Uzman ve Mühendisler dışındaki insanların atıl halde olduğu bir ülkedeyiz. İnsanların IQ testi sayesinde makineler tarafından işlere kabul edildiği, üretilen her yeni makineyle de insana ihtiyacın ortadan kalktığı bir dünya. Her karar makinelerin kusursuz analizlerinden geçip uygulanıyor. Hangi maldan ne kadar üretileceği, hangi ülkeye savaş açmamız gerektiği, atıl ve aylak insanların evlerinde hangi tip mobilyaların olması gerektiği gibi en ince detayları dahi hesaplıyorlar… Makineler Google gibi belli algoritmalarla kitaplarda neler geçmesi gerektiğini söylüyor örneğin. İlium denen kentte bir köşede makineler üretime devam ederken mühendis ve uzmanlar şehrin diğer tarafında yaşamaktadır. Artık ihtiyaç duyulmayan ve sadece ayak işlerinde ve orduda kullanılan insanlarsa “Yuva” denilen prefabrik bir banliyöde kalmaktadır.
Baş kahramanımız Paul Proteus İllium’daki fabrikanın baş mühendisidir ve kariyeri açıktır. Güzel bir karısı ve 169 IQ su vardır. Ancak bir gün “Yuva” ya girmek zorunda kalıyor ve hayatını sorgulamaya başlıyor.
Büyüme ve ilerleme uğruna neler feda edilebilir?
İnsanların elinden önemli olma hissini alırsanız geriye ne kalır?
Kitap öyle uçan kaçan makineleri anlatmak yerine hemen hemen yazıldığı yıldaki makineleri kullanıyor. Yani bu bahsedilen hemen her an olabilecek bir distopya. İkinci olarak kitapta hiç boşluk kalmadan insanları neyi neden yaptıkları ve neyin ne işe yaradığı anlatılmış. Kısacası Vonnegut, yine kitaba muazzam bir kurgu yerleştirmiş. Kitap baş karakterimiz üzerinden ilerlerken “Yuva”nın da yavaş yavaş kaynadığını hissediyorsunuz. Başından sonuna muazzam bir distopya.